Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar.
Bu kitabı ilk olarak
Edirne Kitap Okur isimli facebook grubunun yöneticisi Nebahat Hanım sayesinde gördüm. Ne yalan söyleyeyim Sadık Hidayet ismini daha önce hiç duymamıştım.
(Bu da benim bir ayıbım olarak burada dursun) Ancak çevirinin Behçet Necatigil
tarafından yapılmış olması dikkatimi çekti ve ilk fırsatta kitabı edindim. Aslında
çok daha önce okuyacaktım ama araya senelik izin, bayram tatili girince biraz
gecikti.
Gerek Behçet
Necatigil'in yazdığı önsöz, gerekse Bozorg Alevi'nin yazdığı sonsözde yazarın
hayatı, sanatçı kişiliği ve eserleri hakkında epey detaylı bilgiler verilmiş.
Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler.
Kitap, ilk bakışta
birbiri ile alakasız görünen, sonrasında tamamen ilişkili olduğu anlaşılan iki hikâyeden
oluşuyor. Hikâyeler öyle ilişkilendirilmiş ki; ilk hikâye, ikinci hikayedeki
adamın gördüğü bir kabus mu, yoksa ikinci hikaye ilk hikayedeki kalemdan ressamının yazdığı bir öykü mü birbirinden ayırmak mümkün değil.
Her iki hikâyede
afyonlu, büyülü ve masalsı… Evinde tek
başına yaşayan afyon ve şarap tutkunu bir kalemdan ressamı, kalemdanlarına hep
aynı sahneyi işlemektedir. Bir gün bu resmettiği sahnedeki kadını karşısında
bulur. İçine düştüğü gizemli durum onu ikinci hikâyeyi yazmaya iter.
İkinci hikâyemizde
ise karısı tarafından aldatılan, hasta (sanırım verem) bir adamla baş başayız. Karısına
büyük bir aşk ve aynı zamanda büyük bir nefret ile bağlı olan adamın
hastalığının son evreleri yaklaştıkça, içinde büyüyen sevgi, kin ve şüphe
tohumlarının beynini kemirmesine şahit oluyoruz. Git gide deliren adamı
hezeyanları, kâbusları, sanrıları ve kararsızlığı sizi de ele geçiriyor. Hatta öyle
ki ben bir ara o kadar daraldım ki "ölse de kurtulsam" dedim.
Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!
En başta kitabı
almama çevirmenin ismi sebep oldu demiştim ya aferin bana. Harika bir tercih
yapmışım. Çeviri tek kelime ile mükemmel. Türkçenin, noktalama işaretlerinin
kullanılışı inanılmaz, kusursuz, muhteşem. Orijinal dilinde nasıldır bilmiyorum
ama Necatigil, şairane bir anlatımı tercih etmiş. (bakınız en üstteki, aynı
zamanda kitabın ilk cümlesi olan alıntı) Acaba elden geçirildi mi bilmiyorum
(ki kapak içinde böyle bir bilgi yok) 1977 yılında yapılan bir çeviri olmasına
rağmen, bugün ki pek çok kitabın çevirisinden çok daha akıcı ve anlaşılır bil
dil ile hazırlanmış.
Yaşlılar vardır, gülümseyerek ölürler, uykuda sağdan sola döner gibi veya sönmesi gibi yağı biten bir lambanın. Ama sağlam bir genç, ölüme karşı var gücüyle savaştıktan sonra birdenbire ölürse ne hisseder?
Kapakta yazdığına
göre YKY'de 18. baskı. Kapak yayınevinin klasik siyah çevreli kapaklarından. Çerçevenin
içinde, kafesteki baykuşların arasında oturan bir adam var. Bu tip karikatürize
çizimli kapakları seviyorum. Harf hatası, yazım yanlışı vs. bir şey yok ama
sanırım bunda da Necatigil'in payı var. Kitabın içine, kapak resmi ile
süslenmiş küçük bir ayraç koymuşlar. Ancak ayracın arkasında Sadık Hidayet'in YKY'den
çıkan diğer kitaplarının tanıtımının olması gerekirken, her nedense Sabahattin
Ali'nin kitaplarının reklâmı var. Anlayan beri gelsin.
Hikâyelerin kendisi
ilginizi çekmeyebilir. Saygı duyarım. Ama Türkçe kullanımında en üst seviye
nedir görmek için mutlaka okunması gereken bir eser.
Yayın tarihi: Haziran 2016 (18. Baskı)
Yazar: Sadık Hidayet
Farsça'dan Çeviri: Behçet Necatigil
Ebat: 13.5 x 19.5 cm
Sayfa: 95
ISBN: 9789750803027
Goodreads Puanı: 3.98
0 Yorumlar
Yorumlarınız bizim için önemli...